13 Mayıs 2022 Cuma
Kristof Kolomb’un Hindistan’a ulaşma amacıyla İspanya İmparatorluğu adına çıktığı deniz seferinde 12 Ekim 1492 tarihinde Bahama Adaları’na ulaşması ve ardından 1504’e kadar çıktığı diğer üç seferinde ise Büyük ve Küçük Antiller, Venezuela ve Orta Amerika kıyılarına da ulaşması ile Amerika kıtasının resmi tarihinin başladığı görülse de bu toprak parçasının Asya toprakları olmadığını ve müstakilen bir kıta olduğunu fark eden İtalyan denizci Amerigo Vespucci olmuştur.
Kolomb’un seyrettiği güzergahı takip ederek 1499-1508 yılları arasında sefere çıkan Vespucci’nin bu keşfi ile başlangıçta “Yeni Dünya” adı verilen bu kıta ilerleyen yıllarda Amerika Kıtası olarak tarihe geçmiştir. İlk yerleşim kolonizasyonlarını kuran Kolomb, bu topraklarda; Kızılderililere karşı sömürgecilik, kan, gözyaşı ve vahşet sürecini de başlatmıştır. Zira 1500’de Portekiz, 1534’te Fransa ve 1603’te İngilizler’in kendi kolonileri ile yerleştikleri Amerika kıtası adım adım emperyalist Avrupa, bu toprakların sakinleri Kızılderili halklarına vahşetin her türlüsü reva görülmüş, milyonlarcası katledilmiş, hatta kimi kabileler tamamen yok edilmiştir[1].
1700’lerin ortalarında İngiliz kolonilerinde uygulanan yüksek vergilere karşı başlayan huzursuzluklar, 1774 yılına gelindiğinde 13 İngiliz kolonisinde silahlı çatışmaya dönüşmüş ve 4 Temmuz 1776’da Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin bağımsızlığı sonuçlanmıştır. Kuruluşunu tamamlayan ABD, kısa süre içerisinde uluslararası ticareti öncelikleri arasına almış ve o dönem üç kıta üzerinde hüküm süren Osmanlı Devleti’ne yönelmiştir. Devrin büyük devleti Osmanlı coğrafyasının ve jeopolitik önemini kavrayan ABD yönetimi, Akdeniz üzerinden ilk ilişkilerini geliştirmek istese de Osmanlı Devleti tarafından resmi olarak tanınmadığı için 1795 yılında Cezayir, Trablus 1796 yılında, 1797 yılında Tunus Eyaletleri ile ticaret anlaşmaları imzalamıştır. Türkçe olarak kaleme alınan ve Osmanlı Devleti’ne yıllık 12.000 altın veya eş değer mühimmat ödemesi karşılığı imzalanan anlaşmalar kapsamında 1815 yılına kadar düzenli olarak ödemeler yaptığı görülen ABD[2], böylece Doğu Akdeniz bölgesine açılabilmiştir.
7 Mayıs 1830’da imzalanan anlaşma ile Osmanlı topraklarında gerekli gördüğü yerde konsolosluk açma hakkı elde eden ABD, Osmanlı Devleti’nin zayıflamaya başlaması ile menfi faaliyetlere giriştiği görülmektedir. Zira bu süreçte Rusya ile yaşanan 1853-1856 Kırım Savaşı, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi) dönemlerinde Avrupa ve Rusya’nın Osmanlı Devleti’ne karşı menfi tutumları, İngiltere’nin Doğu Anadolu’da bir Ermen devleti kurma girişimleri ve ABD’ye göç eden Ermenilerin ABD yönetimini etkilemeleri, olumsuz tutumları; ABD yönetiminin Osmanlı Devleti’ne bakış açkılarında değişiklikler yaşanmasına sebep olmuştur.
Bu arada 7 Mayıs 1830’da imzalanan anlaşmayı siyasi açıdan kullanan ABD, 1839 Tanzimat Fermanı ve 1856 Islahat Fermanı kararları ile azınlıklara tanınan bazı imtiyazlardan da istifade ederek Osmanlı coğrafyası üzerinde Amerika Misyonerler Kurulu (American Board of Commissioners for Foreign Missions) tarafından açılan yüzlerce okulda çoğunluğu Ermeni binlerce azınlık tebaa çocuklarının Protestan/Evangelizm zihniyeti[3] ve ayrılıkçı fikirlerle yetiştirilerek Osmanlı Devleti’nin parçalanması için elinden geleni yapmıştır. Misyoner okullarının sadece ABD ile sınırlı olmadığı İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya, Almanya, Avusturya ve Yunanistan tarafından açılanlarla birlikte toplamda 705’i bulduğu hatırda tutulmalıdır.
Dolayısı ile ekser çoğunluğu ABD misyoner okullarında eğitim görmüş Ermeniler olmak üzere, 1828’lere kadar uzanan ve Birinci Dünya Savaşı sürecinde binlerce masum Müslüman Türk halkının Ermeni çetelerince katledilmesi olaylarının zirve yaptığı görülen Ermeni olaylarının dolaylı faillerinin misyonerler olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır.
***
Cumhuriyet dönemi ile devam eden süreçte İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde 1 Nisan 1939 tarihinde Türkiye-ABD arasında imzalanan ve ABD’ye ekonomik imtiyaz tanıyan ilk ikili antlaşma ile adeta köklü değişiklikler olacağının sinyali verilmiştir. Savaş sonrası ise iki ülke arasında 23 Şubat 1945 Karşılıklı Yardım Antlaşması, 27 Şubat 1946 Kredi Anlaşması imzalanmıştır. En önemlisi ve halen yürürlükte olan ise 27 Aralık 1949 tarihli Fulbright Anlaşması olarak bilinen Eğitim Komisyonu Antlaşması’dır ve bu anlaşma ile Türk Milli Eğitim sistemi ABD’ye entegre edilmiştir.
Ardından 1950-1953 Kore Savaşı ve 18 Eylül 1952 NATO üyeliği süreci ile Türkiye-ABD ilişkilerinin tamamen başka bir boyuta evrildiği görülmektedir; çünkü İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan İki Kutuplu Dünya Sisteminin Batı Bloğunda yer alarak NATO’ya üye olan Türkiye’nin dış politikası artık tamamen ABD güdümlü olarak seyretmiştir.
Kıbrıs’ta Rumların Akritas Planı kapsamında Kıbrıs Türkleri’ni yok etmeye yönelik insanlık dışı saldırıları karşısında, Garantör Devlet sıfatı ile müdahil olmak isteyen Türkiye’ye adeta muhtıra gibi bir mektup gönderen ABD Başkanı Lyndon Baines Johnson, bu tavrı ile Kıbrıs’a çıkartma planlayan Türkiye’nin uzun yıllar operasyon yapmasını da engellemiştir. Bu nedenle Türk halkında ABD’ye tepkilere sebep olmuştur.
1974 yılına gelindiğinde Kıbrıs Türkleri’ne yönelik Rum saldırılarının dayanılmaz hale erişmesi üzerine Türkiye’nin gerçekleştirmek zorunda kaldığı Barış Harekâtı üzerine Rum lobilerini Kongre seçimlerinde karşılarına almak istemeyen ABD yönetiminin Türkiye’ye karşı 5 Şubat 1975 tarihinde silah ambargosu kararına Türkiye, 1954 yılında açılan İncirlik ve diğer ABD üslerini kapatarak ve 12 Mart 1971 askeri darbesi ile işbaşına gelen Başbakan Nihat Erim hükümeti döneminde durdurulan haşhaş ekimine yeniden başlanması ile cevap vermiştir.
ABD’nin Eylül 1978’e kadar sürdürdüğü ambargo kararı üzerine Türkiye strateji değişikliği ile; 13 Şubat 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kurulmasını sağlamış, 25 Temmuz 1975 Savunma İşbirliği Anlaşması’nı tek taraflı olarak feshetmiş ve Türk Savunma Sanayii’nin geliştirilmesi için 1975 yılında ASELSAN’ı kurmuştur.
Ambargonun kalkması ile eskisi gibi ordu ve istihbarat içerisindeki etkinliğini sürdüren ABD jenerasyonu ile yetişen unsurların 1960, 1971 ve 1980 askeri darbelerinde etkisinin büyük olduğu muhakkaktır. Zira askeri rejimler döneminde Savunma ve Ekonomik İşbirliği Antlaşması (SEİA) (11 Aralık 1980) ve İncirlik Üssü’nü yeniden ABD’nin kullanımına açılması ile birlikte ABD lehine birçok karar alınması[4], ayrıca 28 Şubat süreci, ardından Balyoz ve Ergenekon soruşturmaları gibi süreçlerde ise ABD taraftarı olmayan unsurların tasfiye edilmeleri gibi gelişmeler buna işaret etmektedir.
Ancak mevcut durum itibariyle Türk-Amerikan ilişkilerinin aşama aşama adeta kopma noktasına geldiği görülmektedir. Zira;
-1990’lardan Sovyet Rusya liderliğindeki Doğu Bloğunun kontrollü şekilde dağılmasından itibaren NATO’nun ileri karakol vazifesi ile görevlendirilmiş Türkiye’nin eski önemini kaybettiğinin düşünülmeye başlanması,
-2003 yılında Irak’ı işgal planı olan ABD’ye karşı “1 Mart Tezkeresi” olarak tarihe geçen TBMM oylaması ile Türkiye’nin topraklarını açmaması,
-4 Temmuz 2003’te Irak’ın Süleymaniye şehrinde konuşlu 11 Türk Askerine karşı uygulanan “Çuval Hadisesi”,
-15 Temmuz 2016 darbe girişiminde FETÖ taraftarlarının İncirlik üssünden desteklendiğinin ortaya çıkması,
-FETÖ terör örgütü elebaşının teslim edilmemesi,
-FETÖ ve PKK adına suç işlediği, casusluk yaptığı tespit edilen ABD vatandaşı Rahip Brunson olayı,
-ABD’nin Türkiye’ye hava savunma sistemlerini satmaması üzerine Rusya’dan S-400 sistemini alan Türkiye’nin F-35 Programından çıkartılması,
-ABD tarafından, terör örgütü PYD/PKK’nın Suriye’nin kuzeyinde konuşlanmasına açıktan lojistik destek verilmesi,
gibi durumlar başta olmak üzere[5] ABD yönetimleri uzun bir süredir Türkiye’ye karşı sürekli menfi bir duruş sergilemektedir.
Lakin 27 Eylül-10 Kasım 2020 tarihlerinde yaşanan İkinci Karabağ Savaşı ile 24 Şubat 2022 günü başlayan ve halen devam eden Rusya-Ukrayna Savaşı ile Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak öneminin bir kez daha ortaya çıkması, ABD yönetimi başta olmak üzere NATO’nun Türkiye’ye bakışında müspet gelişmeler yaşanmaya başladığı uluslararası basında zaman zaman yer almaktadır[6].
ABD tarafından Türkiye için olumlu mesajlar geliyor olması, ABD’nin Türkiye’ye karşı düşmanca tutumunun sona ereceği anlamında değerlendirilmemelidir. Zira 1 Mart Tezkere Krizi’nden itibaren açıkça ortaya çıkmış olan bu durum Irak’ın işgali ile bu topraklara yerleşen Amerikan askeri kuvvetlerine ve Irak’ın kuzeyinde yer alan PKK’ya verilen askeri desteklere ek olarak, Suriye üzerinden PYD/YPG ve PKK ile güneyden, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Polonya, Letonya ve Litvanya üzerinden batı ve kuzeyden açıktan Türkiye’nin kuşatılmasına dönüşümün yaşandığı görülmektedir. Almanya’da konuşlu asker sayısını arttıran ABD’nin[7] Ukrayna-Rusya Savaşı bahanesi ile bölgeye yoğun askeri ve lojistik yığınağı da hesap edilirse durumun ciddiyeti ortaya çıkmaktadır.
Sonuç Olarak;
Osmanlı dönemine kadar uzanan Türk-Amerikan ilişkileri tarihi süzgeçten geçirildiğinde, Amerikan yönetiminin öncelikle ticari kaygılarla hareket ettiği, duruş ve tavrını ise Türkiye’nin gücüne göre sergilediği anlaşılmaktadır. Dolayısı ile son gelişmeler üzerine F-35 Programı’ndan çıkartılmış olan Türkiye’ye, program dahilinde ödediği paraları geri ödenmesi konularına değinmeden, F-16 savaş uçaklarının modernizasyonu için olumlu gelişmeler olabileceği gibi yenilerinin de satılabileceğine işaret edilmektedir. Ancak S-400 sistemleri dahil hangi şartlarla olabileceğini ise henüz belirtilmemesi, Türkiye karar alıcı mekanizmaları tarafından dikkatle takip edilmesi gereken bir husus olarak ortaya çıkmaktadır.
Ukrayna-Rusya Savaşı’nda mevcut durum itibariyle Rusya’nın istediği sonuçları alamaması ve uluslararası kamuoyunda prestij kaybediyor görüntüsü sergilemesi dikkate alındığında olası bir Rusya’nın yenilgiyi kabul ederek savaştan çekilmesi durumunda ABD’nin bölgede durdurulamaz bir güç görüntüsü kazanmasına sebebiyet vereceği için ABD veya vekalet savaşı ile kullanacağı bölgesel argümanlar vasıtasıyla namluların Türkiye’ye dönmeyeceği garantisi görülmemektedir. Dolayısı ile Türkiye’nin bu duruma karşı hazırlıklarını tamamlaması ve bölgesel ittifaklarını sağlamlaştırması gerekliliği ortaya çıkmaktadır.
Sonsöz Olarak;
Ortadoğu coğrafyasına yerleştirilen İsrail var olduğu sürece Büyük İsrail fikri de yaşayacağı ve bu fikirde yer alan toprakların önemli bir kısmının Türkiye’nin Doğu, Güneydoğu ve Güney bölgelerini de kapsadığı için Türkiye’ye rahat verdirilmeyeceğinden karar alıcı mekanizmalar, Türkiye’nin iç ve dış politikalarını bu eksende inşa etmesi gerekmektedir.
Hatta sözde Büyük Ermenistan hayalinin ve sözde Büyük Kürdistan hayalinin de geri planında Büyük İsrail’e giden yol güzergahında kullanılan enstrümanlar olduğu gerçeği de akılda tutulmalı ve kamuoyunu bu konuda bilinçlendirici programlar devreye alınmalıdır.
:
İsmail CİNGÖZ; Uluslararası Siyaset Uzmanı/M.A. BULTÜRK Ankara Temsilcisi, TDPB Basın Kulübü Başkanı. [email protected]
[1] İsmail CİNGÖZ; “Amerika’nın Kirli Tarihi”, Ticari Hayat Gazetesi, 17.04.2019.
[2] SDAM; “İncirlik Hava Üssü ile İlgili Açıklamalar ve Geçmişten Günümüze Türkiye-ABD İlişkileri”, Strateji Düşünce ve Analiz Merkezi, 09.01.2017.
[3] İsmail CİNGÖZ; “Ermeniler ve Ermenilerin Çukurova Mezalimleri”, Medya Vatan, 24.04.2022.
[4] SDAM; a.g.m.
[5] İsmail CİNGÖZ; “Türk-Amerikan İlişkileri (1960-2018)”, Ticari Hayat Gazetesi, 29.08.2018.
[6] Yeni Şafak; “ABD Basınında ‘Türkiye’ye F-16 Satışı’ İle İlgili Dikkat Çeken İfadeler”, 06.05.2022.
[7] İsmail CİNGÖZ; “ABD Türkiye’yi Kuşatırken İran Karışıyor”, Ticari Hayat Gazetesi, 03.01.2018.
Türk-Ermeni ilişkileri; Selçuklu Türklerinin Kafkasya coğrafyasına doğru genişlemesi ve ardından Sultanı Alpaslan’ın 1071 Malazgirt Zaferi ile Türklerin kadim Türk vatanı Anadolu topraklarına tekrar dönmeleriyle başlamış ve günümüze kadar devam edegelmiştir.
Ancak gözden kaçırılmaması gereken husus Ermeniler olarak tanınan ve kendilerini Ermeni etnisitesi olarak kabul eden halktan ziyade Ermeni ismi, Doğu Anadolu Bölgesinin tarihsel gayri resmi adından gelmektedir; çünkü Pers Kralı I. Darius (M.Ö. 522-486) Doğu Anadolu Bölgesini “Yukarı Dağlık Ülke” manasına “Ermeniye/Armenia” olarak tanımladığı[1] çeşitli kaynaklarda geçmektedir.
Ermeni ırkının kökeni hakkında, Ermeni araştırmacılar da dahil olmak üzere tarihçiler ve antropologlar arasında bir fikir birliği yoktur. Ermeniler kendilerine Nuh’un torunu Hayk ismini vermekte ülkelerinin isminin de Hayasdan olduğunu iddia etmektedirler. Bu iddiayı ileri sürenlere göre; Ağrı Dağı’na oturan Nuh’un gemisinden dolayı Ermenilerin ana yurdu Doğu Anadolu bölgesidir. Bazı Ermeni tarihçilerde; Doğu Anadolu’da başkenti Tuşpa (Van ilinin batısında bulunan antik kent) olan bir krallık kuran Urartular’ın, Ermenilerin ataları olduğunu, isimlerini ise Urartu kralı Aramu’dan aldıklarını ileri sürmektedirler. İngiliz tarihçi Arnold Joseph Toynbee ise; Ermenilerin isimlerini, Urartuların son kralı III. Rusas’ın babası Erimena’dan ya da M.Ö. 10. yüzyılda Arabistan’ın kuzey bozkırlarından gelen Aramaen’lerin memleketi anlamını taşıyan Arumu-ni’den almış olabileceklerini ifade etmiştir[2]. Ermenilerin, Balkan kökenli ve Trak-Prig soyuna ait olduğunu söyleyen tarihçiler mevcut olduğu gibi Ermeni tarihçilerden, Ermenilerin Kimmerler ile birlikte Kafkasya’dan veya Frigyalılarla birlikte Balkanlar’dan Anadolu’ya gelmiş olabileceğini ileri sürenler de bulunmaktadır.
Trak göçleri sırasında Anadolu’ya geldikleri en kuvvetli veri olarak kabul edilen Balkan kökenli halkın Urartu Devleti’nin yıkılmasının ardından Van Gölü havzasına yerleşerek Pers Krallığı egemenliğine girdikleri bilinmektedir[3]. Tarihsel süreç incelendiğinde de Ermenilerin, bölgenin “kadim Ermeni yurdu” olduğu iddiaları zayıf kalmaktadır. Kaldı ki Ermeniler de kendilerini Ermeni olarak değil Haikh/Hai-Hay (Haiklar) olarak isimlendirdikleri de dikkate alındığında ve bugün mevcut Ermenistan’a kendi halkının, bu kavramdan türeyen Hayastan dediği görülecektir[4].
Fransa merkezli olarak özellikle 19. yüzyıldan itibaren başlatılan yoğun Ermeni uygarlığı araştırmaları ile Ermeni tarihi Orta Anadolu -Kafkasya merkezli bölgede Urartu, hatta Tevrat’a kadar götürülüyor olsa da[5] mevcut somut verileri bu tezleri desteklemediği anlaşılmaktadır.
Zira M.Ö. 3. bin yılda da Haiklar’ın Doğu Anadolu’ya gelmelerinden yaklaşık 1600 yıl önce Doğu Anadolu için Akkad çivi yazılarında bu bölgeye “Armanu” veya “Armenia” denildiği görülmektedir ve o dönemde bu coğrafyada Ermenilerle hiçbir akrabalık bağı bulunmayan Urartular yaşamaktadır. Hatta bu yazılı kaynaklar, Ermenilerden daha önceki yüzyıllarda bu bölgede Türklerin varlığını göstermektedir. Dolayısı ile mevcut veriler ile bölgedeki Ermeni tarihi M.Ö. 6. yüzyıldan önceye götürülemediği[6] ortaya çıkmaktadır. O da ancak o dönemde “Armenia Bölgesinde oturanlar” anlamında “Ermeniler” ismi verilenlere kadar gidilebilmektedir.
Pers İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından Ermeniler; Makedonya Kralı Büyük İskender, Seleukos İmparatorluğu, Roma ve Bizans’ın egemenliği altında yaşamışlardır. Bu arada Ermeniler ilk sürgün olayını da Bizans yönetimi altında bulundukları dönemde bağımsızlık mücadelesi başlattıkları için yaşamışlar ve geçmişte Kilikya olarak adlandırılan Torosların güney yamaçlarında yer alan Çukurova, Mersin, Alanya bölgesine iskân edilmişlerdir.
Büyük Selçuklu Devleti (1040-1157) kurulduktan sonra Doğu Roma İmparatorluğu ile yapılan savaşlarda bölgede Ermeni krallıklarının olmadığını görülmektedir. 11. yüzyılın ortalarına doğru Bizans Devleti ile Ermeniler arasında evveliyatı olan mezhep ayrılıkları ve siyasi uyuşmazlıklar zirveye çıkmıştır. Doğu Roma İmparatorluğu, vesayetinde bulunan Ermeni krallıklarını sonlandırarak, mezhep ayrılığı yaşadığı ve düşman gibi gördüğü Ermenileri zorunlu göçe tabi tutmuştur[9].
Türklerin Anadolu içlerine ilerleyişleri sırasında Bizans Devleti’ne kızgın olan Ermeniler, zaman zaman Türklere yardım etmişledir. Anadolu’da kurulan Selçuklu Devleti döneminde Ermeniler, Doğu Anadolu’da ve Kafkaslarda dağınık kümeler halinde yaşamışlardır[10]. Ermeniler, Moğol istilasına kadar Türklerle ilişkilerinde bir sorun yaşamamışlardır. 1243’de Kösedağ Savaşı’nda Selçukluların Moğollara karşı ağır bir mağlubiyet almasından sonra ve İran’da Moğollar tarafından kurulan İlhanlı Devleti zamanında, Türklere karşı çıkarak Fırat havzasında ve Kilikya bölgesinde krallık kurma mücadelesine girişmişlerdir. Ancak Anadolu’ya kitleler halinde gelen Türkmen boyları demografik yapıyı Türkler lehine değiştirmişler ve Ermeni krallıklarının yaşamasına müsaade etmemişlerdir[11].
Selçuklular döneminde geniş dini, sosyal ve ticari imtiyazlara sahip olan Ermeniler, Osmanlı Devleti idaresinde ise bu imtiyazlara ek olarak önemli görevlere getirilmişlerdir.
***
1789 Fransız İhtilali ile başlayan milliyetçilik akımından en fazla etkilenen ülkelerden birisi de Osmanlı İmparatorluğu olmuştur. Özellikle Avrupalı devletlerin teşvik, destek ve kışkırtmalarıyla Gayr-i Müslim tabalar tarafından başlatılan ayaklanmalar, Balkanlardan nerdeyse bütün İmparatorluk geneline sirayet etmiş ve birçoğu bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Bu isyanlarda on binlerce masum Müslüman Türk halkının vahşice katledildiği hatırda tutulmalıdır.
Başlangıçta isyanlara katılmayan ve bu davranışlarıyla “Millet-i Sadıka” unvanını alan ve çoğunluğu Gregoryan mezhebine bağlı olan Ermeniler; Fransa, Rusya, İngiltere ve Amerika tarafından Anadolu’nun birçok bölgesinde açılan Katolik ve Protestan misyoner okullarındaki görevlilerin tahrik ve telkinleri neticesinde devlet iradesine karşı harekete geçmişler ve Anadolu’da art arda isyan başlatmışlardır.
1815 yılından itibaren Osmanlı topraklarına yerleşmeye başlayan misyonerlerin, Osmanlı coğrafyasında kiliseler ve misyonerlik okulları ile çok hızlı bir şekilde teşkilatlandıkları muhakkaktır. Zira 1914 yılına gelindiğinde Osmanlı coğrafyasında kiliseler hariç; 465’i Amerika, 83’ü İngiltere, 72’si Fransa, 44’ü Rusya (Beyrut), 24’ü İtalya, 7’si Almanya, 7’si Avusturya ve 3’ü de Yunanistan’a (İzmir) ait olmak üzere toplam 705 yabancı okul olduğu görülmektedir[12].
Amerikan misyonerlerinin ilk hedefi Müslüman, Yahudi, Rum ve Ermeni toplumlarına Hıristiyanlığın Protestan mezhebini kabul ettirmek olsa da Müslümanlar, Yahudiler ve Rumlar konusunda başarısız olmuşlardır. Ancak Ermeniler içerisinden ciddi bir nüfusu Protestanlaştırma ve ayrıca Evangelizm’in yayılmasında başarılı olunması faaliyetlerinde yer alan Amerikan misyonerlerinin ABD Başkanı Wilson tarafından da beğenildiği, Ermenilerin siyasi mücadelelerinin desteklendiği, ABD dış politikasının unsurları arasındaki yerini aldığı[13] unutulmamalıdır.
Ermenilerin Osmanlı Devleti’ne karşı sadakatsizliği 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı’na kadar uzanmış olsada ciddi anlamda ihanetleri ve bağımsızlık girişimleri, 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı’nda (93 Harbi) kendini göstermiştir. 1878’de kaybedilen savaştan sonra Osmanlı Devleti’nin Ruslarla yaptığı Ayastefanos antlaşması ve devamında İngiltere’nin girişimleri ve aldığı tavizlerle imzalanan Berlin Antlaşması ile Ermeni meselesi uluslararası bir boyut kazanmıştır. Berlin Antlaşması’nın 61. maddesi gereğince Osmanlı Devleti Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde reform yapma güvencesi vermiştir. Berlin Antlaşması’nda Ermenilerle ile ilgili imzalanan maddenin arka planında yatan maksat, Ermenilerin yoğun olduğu altı vilayette (Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Elâzığ ve Sivas) bağımsızlık hareketlerinin başlatılması ve Balkanlar’daki ulusların izlediği yöntemin Doğu Anadolu’da da uygulanmasıdır. Bağımsız bir Ermenistan hedefinin gerçekleşmesi için nüfus çoğunluğunu elde etmek gerektiği bilinci ile bölgede yaşayan Müslüman nüfusun azaltılması için çareler düşünülmüştür. Bu amaçla ilk önceleri yurt içinde kurulan Ermeni komiteleri ve kuruluşları, Ermeni vatandaşları kışkırtarak isyanlar çıkartmak ve terör eylemleri gerçekleştirmek istemişlerdir. Bu komiteler ve dernekler Osmanlı vatandaşı Ermenileri kışkırtmakta çok başarılı olamayınca, yabancı güçlerin desteğiyle Rus Ermenilerine yurt dışında komiteler kurdurulmuştur. 1887’de Cenevre’de Hınçak, 1890’da Tiflis’te Taşnaksütyun Komiteleri kurulmuştur[14].
Ermeniler, Berlin Antlaşması’nda kendilerine vaat edilen reformları yeterli görmeyerek Komiteler vasıtasıyla yerel örgütlenmelere, silahlanmaya ve isyan hareketlerine yönelmişlerdir. Bu bağlamda II. Abdülhamit döneminde çeteler kurmaya, cemaatlerini kışkırtmaya, kurdukları dernekler ve siyasi teşekküllerde milliyetçilik fikirlerini Ermenilere aşılamaya başlamışlardır. Başlangıçta Bulgaristan gibi özerk yönetim hedefiyle mücadele yürüten Ermeniler, destek aldıkları ülkeler vasıtasıyla kurdukları komitalarla 1880’lerin sonuna doğru teşkilatlanmalarını tamamlamışlar ve; Erzurum İsyanı (1890), Kumkapı gösterisi (1890), Sason İsyanı (1894 ve 1904), Babıali Gösterisi (1895), Zeytun İsyanı (1895), Van İsyanı (1896), Osmanlı Bankası’nın basılması (1896), Yıldız Suikastı (1905) ve Adana İsyanı (1909) başta olmak üzere[15] bir çok bölgede ardı ardına isyan ve silahlı eylemlere başlamışlardır.
İlerleyen zamanda 26 Şubat 1919’da Paris Barış Konferansı’na katılan Ermeni Heyetinin Başkanı Bogos Nubar ve Ermenistan Cumhuriyeti Başkanı Avadis Aharunyan’ın Konferansta Ermeni isteklerinin; Kafkasya’dan Akdeniz’e kadar uzanan ve Anadolu’nun hemen hemen yarısını kapsayacak şekilde; Van, Bitlis, Diyarbakır, Harput, Sivas, Erzurum ve Trabzon, Maraş, Kozan, Cebel-i Bereket ve İskenderun limanıyla birlikte Adana’dan oluşan Büyük Ermenistan’ın kurulması fikri[16] olduğunu beyanları ile Ermenilerin nihai hedefin ne olduğunu göstermektedir.
Dolayısı ile özellikle 1878 Berlin Antlaşması’ndan sonra Ermeniler arasında; 200-300 kişilik fedai grubu komita grupları ile örgütlenmeler, silahlanma çalışmaları, üniformalar giyilerek açıktan silah eğitimleri, kiliselerin silah depolarına dönüştürülmesi, evlerin yer altından tünellerle birbirine bağlanması ve istihkam kazma gibi birçok organize faaliyetlere giriştikleri görülmektedir.
***
Osmanlı Devleti’nin aldığı adli ve askeri birçok tedbirler ile çıkan olaylara müdahalesi Ermenilerin hedeflerine engel olsa da 23 Temmuz 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet kararları ile oluşan “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” ortamındaki yasal zeminden istifade eden Ermeniler; Sosyal Demokrat Hınçak Partisi, Anayasal Ramgavar Partisi ve Veragazmyal Hınçak Partisi gibi siyasal yapılanmalara başlamışlardır. Kısa bir süre sonra 13 Nisan 1909 tarihinde yaşanan ve tarihe 31 Mart Vakası olarak geçen olaydan bir gün sonra 14 Nisan 1909’da Ermeniler Adana’da ayaklanma başlatmıştır.
***
Tarihi gerçeklerle uyuşmayan Ermeni tezlerine göre eski tarihte hakimiyetleri altında olduğu iddialarıyla Kilikya’da Küçük Ermenistan’ı kurmak amacıyla çalışan Ermeniler ile Adana Ermeni Murahhası Muşeg Efendi’nin dolaştığı köylerdeki kışkırtmaları ve silahlanan komitacıların Müslüman halka yönelik taciz ve cinayetler başlamıştır. Silahlı Ermenilere karşı koyabilmek amacıyla Müslüman halk da silahlanmak durumunda kalmıştır.
Bu arada Müslüman bir din adamının işkencelerle öldürülmesi ve kendi kanı ile bedenine haç çizilmesi üzerine galeyana gelen Müslüman halk Ermeni mahallelerini basmaya başlamasıyla patlayan ve 14-27 Nisan 1909 tarihlerinde yaşanan olaylara müdahale eden jandarma ve polisin üzerine de evlerden ateş edilmiş ve çok sayıda şehit verilmiş, çok sayıda Türk ve Ermeni hayatını kaybetmiştir. Bu olaylar yaşanırken Fransız, İngiliz ve Amerikan zırhlıları İskenderun ve Mersin önlerinde Ermenilere moral desteği amacıyla gösteriler yapmış, Ermenilerin bir kısmının ise Adana-Tarsus ve Mersin tren yolunu kullanarak Mersin Limanında bekleyen İngiliz, Alman, Fransız, Avusturya ve İtalyan gemilerine sığındıkları[17] görülmüştür.
Adana’da başlayan olaylar üzerine Cemal Paşa, 14 Nisan 1909’da Vali ve Kuvve-İ Mürettebe Kumandanı olarak Adana’ya görevlendirilmiştir. Olayların bastırılmasına müteakip, Türk ve Ermeni toplumu arasındaki sorunları çözmeye çalışan Cemal Paşa, Ermeni çocukları için yetimhane yaptırıp, imar ve iskân faaliyetleri yaparken bir taraftan da Divan-ı Harp Mahkemesi kurmuş, yaşanan olaylarda suçlu olduğuna hükmedilen 47 Türk’ü idam ettirmiştir. Ermenilerden ise yalnızca 1 kişiyi idam ettirmiş[18], olayların yatışmasına mütakiben İstanbul’a dönmüştür.
Ancak 25 Mayıs 1909’da Ermeniler tekrar isyan etmiş ve Adana şehri tamamen yanmış, binlerce insan hayatını kaybetmiştir. Birinci Dünya Savaşı’na kadar Balkanlar dahil Osmanlı Devleti’nin birçok yerinde zaman zaman isyan girişimleri devam eden Ermeniler, Savaş döneminde de boş durmamışlardır. Cephe gerisinde Türk/Müslüman halka vahşetin her türlüsünü tatbik eden Ermeniler, bir taraftan da düşman orduları adına casusluk faaliyetleri yapmışlardır.
İngiliz tarihçi Toynbee’nin, Osmanlı tebaası Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı’nda Rusların “beşinci kolu” haline geldiğini yazmaktadır. Bu arada Ermenilerin, Osmanlı Devleti’nin seferberlik ilan ettiği Ağustos 1914 ile Rus devriminin başladığı Şubat 1917’ye kadar 124.000 Müslümanı katlettiği görülmektedir ki ilerleyen yıllardaki katliamları unutulmamalıdır. Zira Osmanlı Devleti’nin bütün tedbirlerine rağmen Bitlis, Kayseri, Maraş, Zeytun, Adana, Haçin (Saimbeyli), Sis (Kozan), Kars ve Ardahan başta olmak üzere birçok bölgede ayaklanan Ermeniler[19], binlerce masum Türk Müslüman halka soykırım uygulamıştır.
30 Ekim 1919 Mondros Mütarekesi ile Anadolu’nun işgal edilme sürecinde bu defa; işgal kuvvetleri içerisinde gerek asker olarak gerekse nüfusu arttırma amacıyla akın akın Ermeni’nin Anadolu’ya geldiği görülmektedir. Bu bölgelerden birisi de Adana olmuştur.
Mütareke kapsamında 17 Aralık 1918 günü Mersin’e asker çıkartan İngilizler kısa sürede bütün Çukurova’yı ele geçirmiştir. 1 Ocak 1919’dan sonrasında İngilizler yerlerini Fransızlara bırakmıştır.
Fransızlar, Çukurova’da bir Ermeni devlet kurma vaadi ile Adanalı olmayan on binlerce Ermeni’yi de akın akın bölgeye getirmiş ve silahlandırmıştır. Silahlanan Ermeniler, Türk halkına karşı giriştikleri katliam hareketiyle hayal ettikleri devleti kurabilmek için demografik yapıyı lehlerine dönüştürme hedefi ile Türkleri bölgeden kaçmaya zorlamışlardır[20].
Kafkas dağlarından gelen haydut Şişmanyan isimli bir Ermeni, kilisede sözde bir hükumet tesis etmiş ve her gün sokaklardan topladıkları Türklere akıldışı bin bir türlü engizisyon cezaları verdiği, idama gönderdiği bilinmektedir. Ayrıca Fransız işgal kuvveti adına Adana Valisi Bermond ve Adana 1. Fransız Tümen Komutanı General Dufieux da cellatları vasıtasıyla Türklere yaptırdıkları zulümlerle şehir kan deryasına dönmüştür. Bu arada Fransızların getirdiği ve yerli Ermenilerin çeşitli adlar altında örgütlendikleri görülmektedir. Bu cemiyetler vasıtasıyla Türklere karşı örgütlü olarak her türlü saldırı, sabotaj, cinayet ve tecavüz eylemlerini gerçekleştiren Ermeniler, Fransızların desteği ile Türklere en kanlı ve korkunç saldırılarını ise 10 Temmuz 1920 günü başlamışlardır[21]. Günlerce süren ve Çukurova tarihinde “KAÇ-KAÇ OLAYI” olarak bilinen bu dönemde on binlerce Türk; canını ve namusunu kurtarabilmek için evini, köyünü, şehrini terk etmek zorunda kalmıştır.
KAÇ-KAÇ olayı Adana ile sınırlı kalmamış; Mersin, Tarsus, Ceyhan, Kozan, Kadirli, Osmaniye ve Dörtyol başta olmak üzere bütün bölgede yaşanmış; Temmuz sıcağı altına Çukurova adeta bir mezbahaya dönüşmüş, gözün görebildiği bütün ova kaçmaya çalışan insanlardan dolayı bir toz bulutu altında kalmıştır. Her bölge cesetler, yaralılar, tecavüze uğramış kadınlar-kızlar, kaybolan çocuklar, çocuğunu arayan anneler, birbirini arayan eşler, kardeşler ve arkalarında bunları kovalayan, ateş eden, yakaladığını katleden, tecavüz eden Ermeni sürüsü olduğu halde tam bir keşmekeş durum yaşanmıştır. KAÇ-KAÇ olayındaki dehşeti anlatabilmek için kelimelerin aciz kaldığı hatırda tutulmalıdır.
Ancak 20 Ekim 1921 günü TBMM Hükumeti ile Fransızlar arasında imzalanan Ankara Antlaşması Ermeniler için büyük bir şok, bir hayal kırıklığı olmuştur; çünkü Çukurova’da devlet sözü veren Fransızların çekilmeye başlaması ile bu defa Ermeniler yıllardır yaptıklarının karşılıksız kalmayacağı korkusu ile canhıraş kaçmışlardır.
Sonuç olarak;
Anadolu’nun kadim milleti olduğu tezinden hareket edilerek yazılan Ermeni tarihi, somut veriler tarafından desteklenmediği, Ermeni adının bir milletten ziyade bölgesel bir tanım için kullanıldığı ve kendilerini Ermeni olarak tanımlayan halkın Balkan kökenli olduğu görülmektedir. Kaynaklar Anadolu’daki Türk tarihinin Ermeni iddialarından çok daha eski olduğu vermektedir.
Son 1.000 yılın yaklaşık 900 yılını Türk Milletinin yönetimi altında huzurla yaşayan Ermeniler incelendiğinde, yaratılış itibariyle güçlü olanın yanında yer aldıkları görülmektedir ve yine iddia ettikleri gibi son yüzyıla kadar tam bağımsız bir devletleri olmamıştır.
Ancak Osmanlı Devleti’nin zayıflaması ile İmparatorluk içerisinde yer alan etnik gruplar arasında başlayan ayrılıkçı girişimlerde Ermeniler gerek Batı ülkeleri gerekse Rusya ve İran tarafından özellikle Kafkaslar bölgesine yönlendirilerek Anadolu Türkleri ile Türkistan arasında adeta bir set vazifesi ile yerleştirildikleri ve bu coğrafyada bağımsız bir devlet kurdurulmuş olduğu muhakkaktır.
Ermenilerin yalnızca Anadolu ve Kafkasya sahasında değil, Balkanlar coğrafyasında da ayrılıkçı etnik gruplar içerisinde yer alarak Türklere karşı savaşmış ve o bölgelerde Türklere uygulanan vahşete ortak oldukları tarihi belgelerle sabittir.
Ermenilerin ne masum Türk Milletine ve Müslüman halka uyguladıkları dehşet verici mezalimler ve destek gördükleri ülkeler de biliyorlar ki Osmanlı Devleti bir mecburiyet karşısında Tehcir Kanunu çıkartmak ve uygulamak zorunda kalmıştır. Lakin başta Ermenileri destekleyen, kışkırtan ve silahlandırarak Türk ve Müslüman halka soykırım uygulatan ülkeler de Ermeniler de biliyorlar ki sözde Ermeni soykırımı iddiaları asılsız ve yalanlar üzerine bina edilmiştir. Zira Ermenistan’ın ilk Başbakanı Hovhannes Kaçaznuni bizzat itiraf etmiştir. İngiliz Kraliyet Başsavcılığı’nın, Amerika’nın, Batı’nın emperyalist devletlerinin ve dahi bizzat Ermenistan arşivlerinin Türklerin Ermenilere soykırım uygulamadığı, hatta esasında soykırıma Türklerin maruz kaldığı görülmektedir.
Bu arada Osmanlı Devleti tehcir kararını uygulamaya almak zorunda kaldığı süreçte fiilen savaşta olmasına rağmen tehcir edilen Ermenilerin varacakları yere kadar; güvenlik, iaşe, barınma, hastalıklara karşı aşılanma ve iskân edildikleri yerde arazi tahsisi gibi birçok tedbirleri almaya çalıştığı da unutulmamalıdır. Bu tedbirler bile maksadın bir soykırım olmadığını göstermesi açısından önemlidir.
Son söz olarak;
Ermeniler tarafından Türklere uygulanan soykırım sahalarından birisi de Adana özelinde bütün Çukurova olduğu muhakkaktır. Cezayir ve Ruanda soykırımcısı Fransızların desteği ile Adana ve Çukurova başta olmak üzere Anadolu, Kafkaslar ve Azerbaycan sahalarında Ermeniler tarafından katledilerek soykırım uygulanan Türkler konusu unutulmamalı, unutturulmamalı, her Türk sözde soykırım konusunda bilgi sahibi olarak yeri geldiğinde bu konuda konuşabilmeli, gerçek mağdurun Türkler olduğunu savunabilmelidir.
Ermenilerin yaptığı gibi kin gütmeden ama zihinlerde diri tutulması ve gelecek nesillere aktarılması için her türlü materyal kullanılarak literatürde yer alması sağlanmalıdır; çünkü Ermeniler, yalan üzerine bina ettikleri sözde soykırım iddialarını bir devlet politikası olarak devam ettirmekte, nesilden nesile aktarmaktadırlar.
:
İsmail CİNGÖZ; Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı/M.A. – BULTÜRK Ankara Temsilcisi. [email protected]
[1] Aynur ÇINAR ve Emir ÇINAR; “Tanıkların İfadeleri Işığında Bitlis-Ahlat’ta Ermeni Faaliyetleri”, I. Uluslararası 20. Yüzyılın İlk Yarısında Türk-Ermeni İlişkileri Sempozyumu, 16-18 Ekim 2019, Iğdır Üniversitesi, Bildiriler, ss. 154-205.
[2] Bülent BAKAR; “Ermeni Tehciri” Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2013, s.1.
[3] Ekrem MEMİŞ; “Ermenilerin Kökeni ve Geçmişten Günümüze Türk-Ermeni İlişkileri”, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyal Bilimler Dergisi, S. 7/1, 2005.
[4] Aynur ÇINAR ve Emir ÇINAR; a.g.m.
[5 Yücel AKTAR; “Enver ve Cemal Paşalarla Osmanlı Valileri, İmzalı Belgeler, Soykırım Tezlerini Çürütüyor”, Yeni Türkiye, S. 60, 2014.
[6] Ekrem MEMİŞ; a.g.m.
[7] Nurettin BİROL, “1890-1900 Ermeni Ayaklanmalarının Erzincan’a Yansımaları ve İlk Ermeni İsyanları”, Erzincan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, X-I: 21-34, 2017 s.22.
[8] Osman TURAN, “Selçuklular Zamanında Türkiye”, Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul, 1971, s. 14-15.
[9] Ahmet TOKSOY, “1018-1071 Yılları Arasında Selçuklu Bizans İlişkileri ve Ermeniler” Yeni Türkiye Yayınları, Sayı:60, C. I, Ermeni Meselesi Özel Sayısı, Ankara 2014, s.268-271.
[10] Ergün Öz AKÇORA-Mehmet KAYA; “Ermeni Komitelerinin Anadolu’da Çıkardıkları İsyanlar (1878-1905)” Yeni Türkiye Yayınları, S.60, C.III, Ermeni Meselesi Özel Sayısı, Ankara, 2014, s.1889.
[11] Osman TURAN, a.g.e., s.450-548.
[12] Gürbüz MIZRAK; “Ermeni İddialarının Dayandırıldığı Yayınların Değerlendirilmesi”, I. Uluslararası 20. Yüzyılın İlk Yarısında Türk-Ermeni İlişkileri Sempozyumu, 16-18 Ekim 2019, Iğdır Üniversitesi, Bildiriler, ss. 292-321.
[13] Gürbüz MIZRAK; a.g.m.
[14] Bülent Bakar, “Ermeni Tehciri”, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2013, s.33-34.
[15] Ali KAŞIYUĞUN; “I.Dünya Savaşı’nda Ermeniler ve General Antranik’in İfadeleri”, I. Uluslararası 20. Yüzyılın İlk Yarısında Türk-Ermeni İlişkileri Sempozyumu, 16-18 Ekim 2019, Iğdır Üniversitesi, Bildiriler, ss.91-104,
[16] Abdullah Cüneyt KÜSMEZ; “Milli Mücadele Döneminde TBMM Hükûmeti’nin Kafkasya’daki Askeri Stratejisinin Ermenistan’a Yönelik Uygulamaları”, I. Uluslararası 20. Yüzyılın İlk Yarısında Türk-Ermeni İlişkileri Sempozyumu, 16-18 Ekim 2019, Iğdır Üniversitesi, Bildiriler, ss. 1-29.
[17] Abdullah Sami TEKİN; “1909 Adana Ermeni Olayları Sonrası Tanin Gazetesi Yazarı Ahmed Şerif Bey’in Adana ve Haçin Ziyaretinin Amerikan Misyoner Teşkilatı Gazetesine Yansıması”, I. Uluslararası 20. Yüzyılın İlk Yarısında Türk-Ermeni İlişkileri Sempozyumu, 16-18 Ekim 2019, Iğdır Üniversitesi, Bildiriler, ss. 30-38.
[18] Alaattin UCA; “XX. Yüzyılın İlk Yarısında Osmanlı Devlet Adamları Sait Halim Paşa-Talat Paşa-Cemal Paşa ve Bahattin Şakir ile Cemal Azmi Beyler Ermeniler Tarafından Niçin Şehit Edildiler?”, I. Uluslararası 20. Yüzyılın İlk Yarısında Türk-Ermeni İlişkileri Sempozyumu, 16-18 Ekim 2019, Iğdır Üniversitesi, Bildiriler, ss. 39-90.
[19] Hüseyin ALPASLAN; “Tehcire Giden Süreç”, Medya Vatan, 31.03.2022.
[20] Halit BAŞ; “Ermeni Fırıldakları Adlı Tiyatro Oyunu Örneğinde Türk Tiyatrosunda Adana Ermeni Olayları”, I. Uluslararası 20. Yüzyılın İlk Yarısında Türk-Ermeni İlişkileri Sempozyumu, 16-18 Ekim 2019, Iğdır Üniversitesi, Bildiriler, ss. 382-402.
[21] Ali MERALCAN; “Adana’nın Fransızlar Tarafından İşgalinde Ermenilerin Adana Halkına Yaşattıkları 10 Temmuz 1920 ‘Adana’nın Kara Günü’ ‘Kaç-Kaç’ Olayının Acı, Hazin ve Gerçek Öyküsü”, Yeni Adana, 7.07.2015.